Her serzenişimizde ellerimizi tutsun diye anlatılan bir kız vardı eskiden. Hava karardığında bulutlarla dost olabileceğine sevinen bir nesil yetiştirilmek istendi. Bardağın dolu tarafına bakmaktan da öte üzerine su ekleyen umutlu çocuklar... Elindeki tüm olanaksızlıklara karşı kocaman gülümsemesiyle bir Polyanna çıkıyor karşımıza. Merdivenlerden koşarak inen, sevilmekten umudunu kesmeyen minik bir kız çocuğu... Gerek yaratılışsal olarak gerekse toplumsal etkilerle birlikte sevgiye aç büyüyoruz. İtiraf edemesek de sevgi gördüğümüz, ilgilenildiğimiz yerlere gitmek istiyoruz çoğunlukla. Kendi kendimize yetmeyi öğrenemediğimiz için diğerlerinin gözüne ihtiyaç duyuyoruz. Bizi sevmeyenlerin yanında kendimizden nefret ediyoruz. Oysa kalbimize güvenmek için ilk şartın kalbimizi anlayabilmek olduğunu görmeliyiz, onu tanımadan attığımız her adımın yanlış yollarda yürüteceğini de. Kendimizi tanıdığımızda ve sevdiğimizde çevremizdekilere dağıtacağımız mutluluk balonları kurtaracak belki de ilişkilerimizi. Nefes almalarını hatırlatacak şey bizden aldıkları uçan balonlar olacak, çocukluklarındaki gibi düştüklerinde bile gülebilmeyi hatırlayacaklar ve birileri için gülümsenebileceğini görecekler. İçimizdeki sevgisizliği başkalarını severek aşabileceğimize inananlardanım, birilerini mutlu ettikçe daha içten sırıtabileceğimize, insanların kalbine dokundukça daha özel bağlar kuracağımıza inanıyorum. Polyanna’yı kıskanırken asla bitmeyen enerjisinde gözüm kalmıştır hep, her yerde bir çıkış aramaktan ziyade odanın pencerelerini, duvarlarını hatta tavanını boyamasına hayranım. Bizim dört duvar üstümüze geliyor diyerek çığlık atacağımız yerde söylediği şarkılarla hayata tutunması aslında onu hayatımıza oturtan.
Hayata “polyannacılık” oynayarak başlamışken kendini körebede ebe olarak bulan kimisi de acısıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Önünü görmekte zorlanıp seslere itibar edemediğinde büyümeye başladığını anlıyor. Koşup koşup yakalayamadığı, her defasında boşluğa sarıldığı adımlardan kaçınmaya başlıyor. Polyannacılık oynamaya çalıştıkça artan güvensizliği kalıyor ellerinde. Şiir yazanların, okuyanların ya da en azından gözü ufacık bir mısraya çarpanların tahmin edebileceği üzere polyannacılıktan mezun olamayanı şair yapıyor hayat. Minik hüzünleri birleştirip tek satıra sığdıran, ömrümüz boyunca açıklayamayacağımız acılarımızı bir kitabın otuz beşinci mısrasına iliştiriveren, polyannacılıktan terk, çok sevdiğim şairlerden biri şöyle sesleniyor:
“Pollyanna,
Sana göre insan profiterol yer gibi yaşamalı
Bir çamur deryasının içinde
Küçük mutluluk topları yakalamalı.
Bense vücuduma şiirler saplıyorum durmadan
Sen de bilirsin ya Allah
Dayanabileceği kadar acı verirmiş insana.” (Madak, 68)
Prefiterol yapamadığı çamurdan tahta kılıçlar yapıyor, hislerini öyle keskin anlatıyor ki kimse ona “Polyanna ol.” diyemiyor artık. Bazılarımız hüznümüzle yaşadığımızda daha çok yakışırız dünyaya. Aynı gökyüzünde, aynı bulutları görüp farklı hikâyeler yaşayanlar hayatla baş edebilmek için farklı yöntemler geliştiriyor genelde. Kimisi kahkasıyla bütünleştiriyor dünyayı kimisi gözyaşıyla. İki yol da samimiyeti arıyor aslında, ikisinin de anahtarı hissetmek ve hissettirmek. Mutluluğu yaydığımızda ve her şeye gülümsediğimizde rahat aşacağımız tepecikler olsa da üzülebilmeyi unutmamız gerekir aynen yağmurlu gözlerle izlediğimiz hayatta gülümsemelerimizi cebimizde taşıdığımız gibi. Hastalandığında üzerine titrediğimiz çocuklardan öğreniyoruz bazen umut edebilmeyi, pes etmemeyi. “Konuşurken ağzım yoruluyor.” diye şikâyet etme potansiyelimiz bile varken görüyoruz ki ameliyata oyuncağına sarılıp girecek kadar inanmak bağlıyor bizi hayata.
Bir şeyi sevdiğinde fazla abartan bizler, bazen içinde kaybolabiliyoruz iyimserliğimizin, aşmamız gereken ilk engelin ortayı bulmak olduğunu düşünüyorum. Kendine zarar verildiğinde bile gülümseyen bir Polyanna kadar, sevildiğine inanmayıp hayatını hüzne boğan körebe oyuncuları da sırıtıyor yaşam tablosunda. Her şeyi yerinde ve ölçüsünde yapabilmeyi öğrendiğimizde düşmeden yürüyebileceğimiz yollar uzanacak önümüzde. İkisinden de zevk alabildiğimizde ve hissederek yaşadığımızda, duygularımızla dost olabildiğimizde başlayacak asıl tarihimiz. Şairin de dediği gibi yaşadıklarımızın üstesinden gelebileceğimiz zorlukta olduğunu kabullendiğimiz anda hem inancımız hem de adım atma isteğimiz artacak. Çamuru prefiterol olarak anlayamayacağımız durumlar olsa da içinden çıkabileceğimize olan inancımızı kaybetmeden beklemeyi bilmemiz gerekiyor. Mutluyken üzgün günleri, hüzünlüyken gülümseyebileceğimizi aklımızın bir köşesinden ayırmadan devam edeceğimiz bir hayat olmalı önümüzde. Unutmadan Sevgili Polyanna, göz yaşı herkese yakışır.
Kaynakça:
Madak, Didem. Grapon Kâğıtları. İstanbul: Metis, 2000. Baskı.
Eslem Sena Şahin