TEVHÎD
Mevlânâ, İslâm mesajının üzerinde yükseldiği temel ilke
olan tevhîd anlayışını genel sûfî temayülü içerisinde açıklar.
Ona göre tevhîd; bilinen ve ikrar edilen bir bilgi meselesi olarak,
salt epistemolojinin konusu olmanın ötesinde, müşâhede edilen
ve iç tecrübenin verileriyle desteklenen bir şuur halidir. Buna
binaen tevhîdi bir sınıfl amaya tabi tutan Mevlânâ, dille ifade
edilen kısmından başka, tevhîdin bir de hakikatinden bahseder.
Mevlânâ, bu hakikate ermenin yolunu ise algı ikileminden
kurtulmaya bağlar. Bunun için muvahhidin yapması gereken
şey; Hakk’ın rızasından başka hiçbir şeye, şuur hali olarak
gönlünü kaptırmamak, böylece maddi platformda olmasa
da bir şuur hali olarak ikiliği ortadan kaldırmaya çalışmaktır.
Mevlânâ bu hususu şöyle örneklendirir:
“Arap bir şâir, Türk olan padişah için çok güzel Arapça bir şiir
yazar ve padişahın huzuruna çıkmak ister. Arapça bilmeyen padişah,
şâirin isteğini kabul ederek onu huzuruna alır. Şâir, divanda şiirini
okumaya başlayınca, padişah aferin denilecek yerde başını sallıyor,
hayret gösterilecek yerde hayret ediyor, şâirin tevazu gösterdiği yerde
de iltifat ediyordu. Padişahın şiirin uygun bölümlerinde başını sallaması,
onun Arapça bildiği izlenimini veriyordu. Orada bulunanlar:
‘Padişah bunca zaman zarfında bizden Arapça bildiğini gizledi. Şayet
şu ana kadar ona Arapça kötü söz söylediysek vay halimize!’ dediler.
Divandakiler toplanarak padişahın çok sevdiği bir kölesine hediyeler
vererek padişahın Arapça bilip bilmediğini öğrenmesini rica
ettiler. Şayet bilmiyorsa niçin münasip yerlerde başını sallıyordu?
Bu, onun kerâmetinden miydi? Yoksa ona ilham mı gelmişti?
Bir gün köle, padişahla avda iken bunu öğrenme fırsatını buldu ve
padişaha, Arapça bilip bilmediğini sordu. O da: ‘Vallahi ben Arapça
bilmem, yalnız şâirin bu şiiri yazmadaki maksadını bildiğim için
başımı sallayıp iltifat ediyordum. Anlaşılıyor ki bu adamın maksadı
beni övmekti ve o şiir buna vasıta olmuştu. O maksat olmasaydı,
bu şiir söylenmiş olmazdı.’ dedi. Allah’ı arayan herkesin yolları,
halleri, sözleri ve hareketleri görünüşte başka başka ve çeşitli ise de
maksat bakımından hepsi de bir şeyin yani Allah’ı aramanın, onu
dilemenin peşindedir. Binaenaleyh maksada bakılacak olursa, ikilik
kalmaz. İkilik, teferruattadır. Esas ise birdir.”1
Mevlânâ’nın bu tevhîd anlayışı, esasen subjektif yoruma
dayalı bir tevhîd önermesidir ve kişinin kendi tecrübeleri üzerinde
dinî teemmüle sahip olması sonucu gerçekleşir.2 Bu da
bireyin iç dünyasında algı ikileminden kurtulmasına bağlıdır.
Bu, her ferdin kendi iç dünyasında tevhîd devriminin gerçekleşmesi
anlamına gelir. O halde Mevlânâ’nın tevhîd anlayışının
esas öğesini; müminlerin vahdaniyet sıfatına sahip bir Allah’a
inanmalarından ziyade, bu sıfatı haiz varlığın, tecelli ve fi illerini
kendi benliklerinde ve kâinatta hissetmeleri oluşturmaktadır.
Bu da tevhîdi, inanılanın ötesinde yaşanılan bir olgu olarak
karşımıza çıkarır.
1 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, MEB, İst., 1990, s. 34-35;
Ayrıca krş. Mevlânâ, a.g.e., çev. A. Avni Konuk, Yay. Haz. Dr. Selçuk Eraydın,
İst., 1994, s. 23-24; Mevlânâ, a.g.e., çev. A. Gölpınarlı, İst., 1959, s. 18.
2 Hanefi, Hasan, “Dini Araştırmaların Evrenselleştirilmesi”, İslâmiyât Dergisi, c. 3,
sayı: 4, Ankara, 2000, s. 195.
Mevlânâ bu anlayışını âlemdeki birçok olaya da tatbik eder:
“Esasen Allah’ın birliği, dünyadaki birçok işte de kendini göstermektedir.
Örneğin: Mecusiler: ‘İki Tanrı vardır, biri iyiyi, öbürü kötüyü
yaratır.’ diyorlar. Şimdi sen kötülüksüz bir iyilik göster ki; biz de
kötülüğü ve iyiliği yaratan iki Tanrı olduğunu itiraf edelim. Bu
imkânsızdır. Zira iyilik ve kötülük birbirinden ayrı olarak düşünülemez.
İyinin olabilmesi, kötünün varlığına bağlıdır. Soğuk olmasa
sıcak olmaz. O halde bunlar birbirinden bağımsız şeyler değillerdir
ki yaratanları iki ayrı Tanrı olsun.”3
HZ. MEVLÂNÂ’NIN SOHBETLERİ - Ne Varsa Sen’de Var - Osman Nuri Küçük - SUFİ KİTAP