Sosyal varlıklarız; yemek yerken bile birileriyle olmak isteyen, tekliği sevmeyen bir yaratılışımız var. Hayatımızı yönlendiren hislerimiz yalıtılmış ortamlarda işlevsiz kalıyorlar. Tek başımızayken ne sevginin önemi kalıyor ne nefretin. İyi ya da kötü, istenen ya da istenmeyen duygular yumağı içerisindeyiz. Kin duymak bile insanın ruhu olduğunu hatırlatan, yalnızlığı azaltan bir his. Boş bir odada yalnız kalan insanlar ya duvarla ya kendileriyle konuşmaya başlamıyorlar mı? Hep ikinciyi arıyoruz, mutluluğumuz bir yana ufacık bir düşüncemizi paylaşmak için bile başkasına ihtiyaç duyuyoruz. Şimdilerde rağbet gören “yalnız mutlu olabilme” mottosunun içimizdeki insana, ruha ne kadar zıt ilerlediğini fark etmiyoruz ya da anlamıyoruz. Kişiden kişiye değişen duygusallıktan ziyade iletişim ihtiyacımızdan kaynaklanıyor. Konuşmak, kendimizi anlatmak için çabaladığımız ilk yıllarımızda görüyorum tek başına devam edilemeyeceğini. Çantam kopsa anlattığım, hiçbir detayı atlamadan dertleştiğim yakın arkadaşımın yokluğunu düşünüyorum ve hatta düşünemiyorum. Onunla paylaşmadığım şeyleri yaşanmış hissetmediğimi hatırlıyorum.
İlgi bekleyen, sevgi görmek isteyen ruhlarımız nârin. Hemen kırılabiliyor, incinebiliyor, aynı hızla toparlayamıyor ama. Şefkat görmeye açız aslında; filmlerde her seferinde bahsi geçen sevgisiz, sert, kaba erkek figürlerinin bir kadından gelen küçük bir merhamet demetiyle nasıl naifleştiğini görüyoruz. Asıl marifetin bir insanın kalbine dokunabilmek olduğunu anladığımızda görebiliyoruz sevgi bekleyenleri. Yalnızlığın katılaştırdığı, umuda küstürdüğü ruhlara dokunmanın zorluğu kadar keşfetmenin, iyi gelmenin verdiği keyif var. Hayatı boyunca kalabalıkta yalnız kalmış bir insanın yalnızlığını bitirmek -iyilik için olmasından öte kendi içindeki yalnızlığa iyi gelmesinden ötürü- yeniden umut olmaktır, gök yüzü olmaktır, dost olmaktır, omzundaki yükü hafifletmektir. İnsan, insan olduğunu ancak başkalarıyla anlayabiliyor. Yardım ettiğinde hissediyor vicdanı, düştüğünde öğreniyor beklentileri, ağladığında öğreniyor muhtaçlığı, güldüğünde anlıyor yalnız olmadığı sürece kahkahaların göğü doldurabilecek kadar büyük olduğunu, sokaktaki çocuklarla konuşunca tanıyor merhameti, arkadaşı üzüldüğünde burkulan kalbi anlatıyor dostluğu, saatlerce iyiliğini ümit ettiği birileri olunca anlıyor sevgiyi, sevdiklerine zarar gelince görüyor sinirlenebildiğini... Diğerleriyle her temasa geçtiğinde daha çok insan oluyor, her duygu işlediğinde kalbine daha içten yaşıyor. Yalnızlık duyguların, hislerin öldürüldüğü bir sürgün aslında, insan olmaktan men edilme durumu. Hayatı boyunca sevginin, dostluğun, merhametin, kızgınlığın yani insanlığın içinde yaşayan bizler yokluğunu görmeden kıymetini bilemiyoruz. Hastalığımızı anlatıp sadece sesiyle iyi gelecek birini bulamadığımızda, küçücük şeyleri bile paylaşamayıp kavga edecek kardeşimizi çevremizde göremeyince nefes alamıyoruz. Her nefes alışımızda şükretmediğimiz, varlığına minnettar olmadığımız oksijenin ufacık azalmasında başımızın dönmeye başlaması gibi dönüyor dünyamız. Belki de bizi en çok içine alan duyguda kayboluyoruz: özlem. “Kadın herhangi birinin özlemini çekiyordu, tıpkı gün ışıyana kadar soğuktan titreyerek sarınacağı bir palto gibi özlüyordu onu.” (Zweig, 42) Boşlukta bir çift göz arıyoruz parladığını görebileceğimiz, uçurumun kenarından düşme taklitleri yapıyoruz belki tutacak bir el çıkar diye, yağmurda adımlarımıza eşlik edecek ayaklar arıyoruz, vazomuz kırıldı diye bizimle gözyaşı dökecek birisi, sadece havanın güneşli olmasıyla umutlanacak bir kalp arıyor kalbimiz yanına.
Yalnızlaşmaya, tek başına devam edebilecek gücümüzün olmasına özendirildiğimiz şu günlerde daha çok korumalıyız insanlığımızı. Yokluğunu görmemiz gerekmemeli varlığına teşekkür için. Yanımızdaki her nefes fark etmeden yaşatıyor bizi, göz göze geldiğimizde ulaşmaya çalışacağımız bir kalp daha tanıyoruz, mutsuzluğunu gördüğümüz her insan içimizde mutlu etme amacı doğuruyor, harekete geçiyoruz. Bizi biz yapan şeyleri toplumdan öğreniyoruz, diğerleriyle yan yanayken kazanıyoruz değerlerimizi. Kalabalık ailelerde büyüyen birçok insanın daha hisli olma sebebi daha çok ruha iyi gelmiş olmaktır belki ya da daha çok kalbin onu iyileştirmiş olması. Paylaştıkça duyguları artan, duygularıyla gerçekten insan olan bireyleriz biz. Her duyguyu tadacağımız bir hayat, hayatımızı anlamlandıracak nefesler gözetmeliyiz ömür boyunca. Soğuktan titreyerek sarındığımız paltonun değerini sıcak yaz günlerinde bilmeliyiz en çok da.
Eslem Sena Şahin
Kaynakça:
Zweig, Stefan. Bir Çöküşün Öyküsü. İstanbul: Türkiye İş Bankası, 2017. Baskı
Ankara'nın Sesi Haber Sitesi